Pazartesi, Şubat 27

Yarım yamalak


" Gecenin yarısı; bir kitabın orta yerinden başlamak gibiydi seninle birlikte olmak.. 
Başını anlamadan sona yaklaşmak. 
Sonunu okuyamadan uyuyakalmak.. 
…Ve uyandığında kaldığın sayfayı karıştırmak. 

İşte böyle bir şeydi seni yaşamak… 
Yarım yamalak... "

Benim içim ne zaman karışsa, ne zaman aklımı, kalbimi ve kelimelerimi toplayamazam ya bir şiir ya bir şarkı gelir tutar elimden, toplar içimin dağılmış yerlerini.. Can Yücel'de bu dizeleri ile yerli yerine koyar yüreğimin hoplamış minderlerini ya da iyice zıplattı yerinden ( ikisi de aynı şey değil mi zaten )

bazı insanlar vardır hiç bir tanıma, kalıba oturmaz hayatında; yıllar geçtikçe ve yeri geldikçe plansız, hesapsız giriverir insanın hayatına, sesini, rengini bırakır ve konuyu uzatmaz,  gider.. ne geldiğini anlarsın ne gittiğini, cam gibi bir tat bırakır ardında; " başını anlamadanın sonuna yaklaştığın ve sonunu okuyamadan uyuyakaldığın"..

zaman geçer, sen değişirsin, o da değişir tabi ve yine zamanı gelince gelir dokunur hayatına.. sanki her buluşma noktasında ortak noktalar vardır ve bu ortak noktalar bir öncekinden hep farklıdır.. işte en çok burası gülümsetiyor beni;  kontrol edemediğin, yön veremedeğin ve tahmin edemediğin bir senaryo gibi..

gariptir ki iki ayrı insan, iki ayrı hayat, ayrı deneyimler ama hep değişen ve aynı yerde kesişen ortak paydalar.. daha aynı hayatı yaşamaya çalıştığımız insanlar ile nice ayrışıyorken nasıl oluyor da birbirinden bunca uzakta iki yaşam birbirine bel kıran kıvrımlar ile akıp gidebiliyor? 

sorgulayınca büyüsü kaçar mı? ya da bir büyüsü var mı?

büyüsünü bilmem ama bu hikaye gülümsetiyor işte; geçen tüm o zamana "yıllar" değil de "yaşam" diyesini getiriyor.. sanki yaşam güzel bir şarkı ve geçen günler ise bu şarkının notaları.. bu şarkı güzel olsun diye bu notaları biz yazmaya çalışıyoruz; zaman geliyor ( ki bu zaman sıkça geliyor) bir aşk için, bir arkadaşlık için, ya da iş için kendimizi paralasak da olmuyor, harç tutmuyor,  oradan düzgün bir ses çıkmıyor.. ama diğer yanda hayat akışına bıraktığında  sana "Gecenin yarısı; bir kitabın orta yerinden başlamak" hissi veren notalar yolluyor.. işte o zaman şarkı da o kadar güzel oluyor ki senin elini tutmak istiyorum..elini tutayım bu sefer ki çıkma hayatımdan istiyorum.. ama yapamıyorum. ne yalan söyleyeyim korkuyorum;

 ya elini tutarsam ve büyü bozulursa?

bir sonraki karşılaşmamız ne zaman olacak ya da olacak mı bilmiyorum..karşılaştığımızda ben kim olacağım, neler yaşamış olacağım bilmiyorum, Can Abi'nin de dediği gibi "Yarım yamalak" kalıyorum burada ve plansız hesapsız bırakıyorum her şeyi hayata... belki görüşürüz..







Pazartesi, Aralık 12

olsun..



Geçenlerde bir caps gördüm;

“2016’nın benden alamadıkları;
1-) Canım..” Diyordu.

Valla okuduğumda çok güldüm ama sonra düşününce 2016 her anlamıyla zor bir sene oldu. Özellikle duygusal hayatım savaş yerine döndü.

Çocukluklarını bildiğim adamların, çocukluğunu bildiğim o yıllarda şimdikinden daha adam olduğunu öğrendim mesela. Çocukken temiz kalpler taşıyorduk ya, kalbi temizken tanıdığım bu adamların bunca değişmesine kirlenmesine inanamadım.

Ben inanamadım onlar ise kalbimi kırdılar.. benim kalbim kırıldı, Sertab “ Kırık Kalpler” adlı bir albüm yaptı ve bu sene hep bu albümden gittik galiba..

Tam topladık hadi tatil yapalım diye kızlarla Kaş’a gittik Ağustos’ta.. Kaş oldum olası özel bir zamana sakladığım bir yerdi. Nice arkadaşlarımın en romantik anılarına ev sahipliği yapmış, nice sevdiğim insanlarınsa fırsatını bulsa nefes almak için ilk kaçacakları adres olmuş bir yer..

Çıktık yola, 12 saat.. ama vardığımızda sevenlerin çok haklı olduğunu gördüm. Kaş özel bir yer, anca zevkleri kesişen insanların gittiği özel, güzel hatta bence biraz da mahrem bir yer..

Bahçe balık, Üzüm kızı, Mavi Bar, DejaVue derken son gün geldi.. hem yazı uğurlamanın sıkıntısı hem Kaş’tan ayrılacak olmanın ama bir o kadar da keyif derken yan şezlongda bir muhabbet belirdi aniden..Karetta karetta’lardan başladı Büyükada’ya gitti.. “allah allah dedim içimden, hadi hayırlısı..”

Aslında pek huyum değildir; bar, kafe, sokak, tatil tanışıklıklarına pek inanmam ama bu adam farklı bir teli çaldı beynimde. Sonra tatil bitti, hayat İstanbul'a döndü. Ben İstanbul'a varmadan Adam’ın “ vardınız mı sorusu?” geldi,  benimse yüzüme bir tebessüm. Bu arkadaş önce gel bir rakı içelim dedi, sonra kahve, sonra sinema, sonra rakı, sonra yine rakı derken..

4 Rakı, 2 sinema, 1 tiyatro,  2 Kahve, 1 Konser ve 1 Pizza gecesinden sonra ve Kaş’ta tanışmış olmanın bana verdiği yetkiye dayanarak bu zatı şahsiyet Hayat Meyhanesi’nde gönlüme hoş geldi.

Nice zaman sonra ilk defa mutluluktan gözlerim yaşardı, öyle hafife almayın, en son ne zaman mutluluktan gözleriniz yaşardı?

 O benim kolumun kıvrımını öptü, ben onun burnu ile yanağı arasındaki olgun çöküntüyü.. O benim onun adını söylememi sevdi, ben onun kabuklarını soyduğu domatesi, salatama limon sıkışını, çantama koyduğu mandalinayı, sohbetini hatta biraz yabaniliğini sevdim... bana şiir okumasını hatta ona şiir okumak isteyen bu kadını sevdim.

Annemi arayıp mutluyum dedim, mutluyum.

Mutlu bir 3 haftaydı, 4.sünün boynu bükük kaldı.. bir Çarşamba bal dudak konuşalım mı diye başladı adam, ama biliyordum ki dudakta hiç bal kalmamıştı;
- “ ben yapamam” dedi, “ bugüne kadar da yapamadım”
- “ belki bende sorun var ama ben yalnız mutluyum, güzel de olsa hayatıma kimseyi sokmak istemiyorum.”
- “ bir ilişkiyi hayatımın merkezine almak istemiyorum “
- “ ben seni mutsuz ederim ”
- “ Hadi bugün iyiyiz ya 1 sene sonra..? “



Issız Adam’ı izlemiş ve bir dolu adamın ıssızlığa evirilişine tanık olmuş bir neslin yorgun neferi olarak,

- “Sen aslında sevmemişsin ya da en azında kalbinde bir kıpırtı olamamışım ben. “ diyebildim.
Hakkım vardı hani , Adam da itiraf etti ;
- “ haklısın, bugüne kadar olsaydı Meltem’le olurdu, onu çok sevmiştim”


Yetmedi, Adam dedi ki;
- “ bu kadar hızlı yakınlaşmamış, hatta sevişmemiş olsaydı belki farklı olurdu ”


Sağlık olsun’du, ne olacak en fazla canlar sağ olurdu. Bir Perşembe gecesi Kadıköy’ün tek sevmediğim sokağında ama o sevmediğim sokaktaki tek sevdiğim barda, 1 rakı, 1 şarap akşamı, 3 akşam 1 öğle yemeği ve 2 sabah kahvaltısına müteakip 4 sevişme sonrası adam beni arabama bırakıp evine çamaşır asmaya gitti ve ben erken sevişmiş olmanın suçuyla evime döndüm.


Önce,

 “ hayırlısı ”  dedim, “ 40 yaşında adam, hayatta ne isteyip ne istemediğini biliyordur, erken müsaade istedi, iyi etti..”

“ sen de haklı çıktın, aferin" dedim kendime ; "bardan, kafeden, tatilden, plajdan bulduğun adamdan hayır gelmez!” dedin,  gelmedi..

Ha bir de anneannem haklı çıktı, “ aman kızım hemen yakınlaşma, kıymetin bilinmez ”

Anlaşılan bir tek gönlüm haklı değil yaralı çıktı..

Sonra,

Haklı değil mutlu olsaydık dedim, Özledim. Çok özeldim.

Yaşanabilecekken yaşanmamış günlerin, kursakta kalmış heyecanların, farklı mümkün bir sonunun isyanı bastı her yerimi. Kurban rolüne girmiş devamlı karşısındakini suçlayan kadın tipinden nefret ettiğimden bu yaşananlar hakkında kendi sorumluluğumu almaya çalıştım; haftalardır “ Neyi yanlış yaptım?”, “ Çok mu üstüne gittim?”,  “beklenti mi kurdum?”,  “Kapris mi yaptım?”,  “Kolay mı kapıldım?, “ Kolay mı yatağa girdim?” gibi saçma sapan sorulara kendimi boğup ne olduğunu, neden bunu yaşadığımı anlamaya çalışırken adamın yazdığı iki yazı her şeye dışarıdan bakmamı sağladı;

İlki benim çok sevdiğim, adamınsa Hayat Meyhane’sinde rastlaştığı bir şiir;

'bir sabah ellerin cebinde çık evinden, ceketin iskemlede asılı kalsın

bekleyedursun dostun kahvede, işe gitmekten de bugünlük vazgeç

öylece dolaş çiçek kokan sokaklarında güzel şehrinin, yeniden tat gökyüzünü

ağaçlara selam ver apartmanların hatırını sor

senden başkası için değil bu güzel gün bu mavi gök'


bu güzel şiir bu adama şöyle hissettirmiş;

“bizi boğan, üstümüze gelen ilişkilerimize, mecburiyetlerimize, yani farkında olmadan bizi farklı bir kimliğe dönüştüren ve bence yanlış bir şekilde 'hayat işte' deyip kestirip attığımız kavramların hepsine bir ara verip derin bir nefes almamız gerektiğini, akıp gidenin bizim hayatımız olduğunu ne kadar da güzel vurgulamış.”

İkincisi ise yine çok sevdiğim “aylak adam” dan bir passage;

“...öyleyse neden yaklaştı ona? Bilmiyordu kadın,
- sizin başka işiniz yok mu? diye sordu.
- hayır. aylakım ben. fıkırdadı. çekik burnuyla bir tanıdığına benziyordu.
- evime yaklaştık, dedi. gidin artık. hem nişanlıyım ben. yüzüğünü göstermek için elini ona uzattı. oysa bu eli tutup sıktı.
- sevindim buna, dedi. evliyim diyeceğinizden korkuyordum. avucundaki elde bir "kalsam mı, çekilsem mi" savaşı vardı. Durdukları yer karanlıktı ama, yoldan bir geçen olsa çekileceğini biliyordu. kızın sırtını ağacın gövdesine dayayıp ona eğildi.
- ne yapıyorsunuz? ah göre... ağzını dudaklarıyla kapadı. önce bir ruj kokusu duydu. ince kumaşın altında göğsü sertti. kızın dudaklarında bir kabarma, bedeninde bir yumuşama başladı.


işte bundan yaklaştım ona. bu yumuşayan etin tadını yeniden duymak için."...


söylenen sözlere inanmam, insanın hareketleri sözlerinden daha dürüst ve doğrudur ama sözlerinden de anlayamadığım durumlarda bir insanı yazdıkları ele verir. Adam’ın yazdıklarını okuyunca fark ettim ki konu ne benim ne de bir şeyi yanlış yaptım. Tüm taşları doğru oynasaydım bile bir şey değişmeyecekti. Her şey Adam ile ilgiliydi ve o zaten daha ilk günden bunun temiz bir yere gitmediğini biliyordu.. aylak adam’da da dediği gibi



“...öyleyse neden yaklaştık ona? “



Artık biliyordu kadın,



"işte bundan yaklaştım ona. bu yumuşayan etin tadını yeniden duymak için."...



ve etin tanını duyunca ve hala duyabildiğini görünce çekti gitti. her şey bu kadar basit!!



İşte bir kadının ruhuna böyle şiddet uygulanıyor. Günlerdir kendimi kullanılmış hor görülmüş aşağılanmış ve hatta dövülmüş gibi hissediyorum.



Yeni yılda ruhu daha güzel insanlarla karşılaşmak dileği ile..













Salı, Kasım 29

kalbi kırık kabuklular


İlk tanıştıklarında insanlar aksini düşünse de aslında ben kalabalıklardan, partilerden, toplanmalardan darlanırım. Katılanların sayısı 3- 4 ü geçtiği zaman bende bir sersemlik hali başlar ne konuştuğumdan bir şey anlarım ne de karşımdaki ile manalı bir bağ kurabilirim. Mesela doğum günleri kalabalıklarla eğlenilmesi gereken günlerin başında gelir ve kalabalığı hayal etmeye başladığım anda bile üzerime inanılmaz bir yorgunluk gelir.  Sanırım bundandır ki tüm doğum günü kutlamalarım bir avuç yakın arkadaşımla geçer.

Dünse bir arkadaşımın doğum gününe davetliydim ve bunlar aklımın bir köşesinden geçince içimden dedim “eyvah, yine gülümseyip eğleniyormuş taklidi yapacağım”. Zorunluluktan hiç umursamadığım insanlara ilgili sorular soracağım. Birisi gelip içkisini üzerime dökecek, bir diğeri ise akşam evime gelebilme umudu ile peşimde dolaşacak. Düşündükçe atalet geldi üzerime ama reddetmek mümkün değildi, doğum gününe çağıran kızı pek severim. Arkadaşımın evine doğru yürürken içimden “neyse, en azından hayal kırıklığı olmayacak, artık ne ile karşılaşacağımı biliyorum” dedim.
Yanılmamışım, yine aynı küçük konuşmalar, “ ne iş yapıyorsun” lar, “elbisene bayıldım” lar, “bilmem kim de sizde çalışıyormuş, tanıyor musun” lar..


Bir süre bu sohbetlere katılıyormuş gibi yaptıktan sonra, alkol ve müziğin sesi iyiden iyiye yükselmeye başlayınca sessiz adımlarla güruhtan ayrılıp pencereye doğru yaklaştım. Hiç hoşlanmadığım gökdelenimsi apartmanın 20. katından İstanbul manzarasına bakarak biraz zaman geçirdim. Vassaf Gündüz’ün Geceye Övgü’sünde de dediği gibi “ gece sessizliği dinleriz, karanlığa nüfuz ederiz, bedenlerimizin de hayal gücümüzün de dizginlerini serbest bırakır". Ne kadar haklıydı.

 Sonra arkamdaki koltuğa oturduğumda yanı başımdaki kitaplığa gözüm ilişti. Bir de baktım ki orada eski dostum duruyordu. Biraz yıpranmış biraz yaşlanmış, üstü başı da hırpalanmış ama tanınmayacak halde değil. Eskiden sürekli çantamda taşıyıp yanımdan ayırmadığım Pablo Neruda. Yabancı bir sürü kitabın arasına sıkışıp kalmış. İncecik ve zarif.

Kafamı kaldırıp etrafa baktığımda kimse yokluğumu fark etmemiş gibi görünüyordu. Herkes konuşmaya dalmış içkisini yudumluyor ve büyük salondan gelen sesler sık sık kahkahalarla bölünüyordu. Yabaniliğimi kabullenip kitaplığa uzandım ve kitabı hafifçe oynattım, kolayca sıyrılıp elime geldi. Bir süre sevinçle elimde tuttum onu. Farklı bir baskıydı ama oydu işte; Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı. Hangi sırada hani şiirin beni karşılayacağını bilmenin rahatlığıyla okumaya başladım.

Aslında şiirden çok anlamam ben, hatta sesli okuyamam bile. Aşk şiirlerine de özel bir düşkünlüğüm yoktur. Hatta birçoğunu sıkıcı ve yavan bulurum. Ama Neruda başkadır. Daha ilk sayfadan beni çoktan arkamdaki gürültülü gruptan koparmıştı bile. Yirminci şiire gelene kadar durmadım. Kitabı okuyanlar, bu son şiirin nice şiir düşmanlarını bile dize getirecek kadar dokunaklı bir ayrılık hikayesi olduğunu bilirler.

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim “..diye başlar Neruda, “sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara.”
Bir ara sevmek” nasıl bir şeydir acaba diye düşündüm. Bir an bile ayrı kalmaya dayanamazken nasıl oluyor da bir gün yürüyüp gidiyorduk? Aynı insan olmaktan vazgeçiyorduk belki. Sevdiğimiz birini geride bırakmaya karar verdiğimizde, başka birisi olmaya razı oluyorduk aslında. Yalnızca onun gözünde değil, kendimiz için de başka birisi oluyorduk artık.

Aynı gece ağartıyordu aynı ağaçları, bizler, ah o zamanki bizler değiliz ama..” diyordu Neruda.



Geride bıraktığım senelere bir de buradan baktım. Arkada kalan kırık kalplerden olduğum zamanları hatırladığım gibi, kabuklulardan biri haline geldiğim ve arkama bakmadan yürüyüp gittiğim anları da düşündüm. Her dönemeçte başka bir “ben” duruyordu. Hiçbiri bana benzemiyordu. Çünkü bütün gücümü onları unutmak için harcamıştım.

Yine şiire döndüm. O meşhur dize sayfanın sonuna yakın bir yerden bana bakıyordu;

Ne uzundur unutuş, ah ne kısadır sevda..

Bu kadar basit bir şekilde dile getirildiği için mi , yoksa tamamen doğru olduğu için mi bilmiyorum, her zamanki gibi yerini buldu.

Sığındığım köşeden beni çaldılar. Kitabı kapatıp kalktım. Aklımda unutmaya çalıştıklarım kalabalığa karıştım.

Salı, Aralık 1

20'ler

20'lerin başı ile sonu arasında insan aslında iki farklı insanmış

Cumartesi, Ağustos 8

korkarım yıllar geçiyor

''Gelmişsin. Zamanda bir kayma var, kendimi yine 23 yaşında, sana göndermeyeceği mektuplar yazan halimde buldum. Çünkü yine sana konuşuyorum, ve yine senin haberin olmayacak.

Bir insan yıllarca nasıl susabilir?
Hayır, senin bana bir kelâm dahi etmeden yıllar geçirmenden söz etmiyorum. Benim, sana dair bir kelâm etmeden yıllardır bir başkasının karısı olabilmeyi başarmışlığıma diyorum. İçim çatlamış olmalı, mütemadiyen konuştum duvarlarıma.

Adını söylesem gözlerim yaşarır diye söylememeye gayret ettim, zorunda kalsam başımı döndüm gözlerimi sakladım, saçma bahaneler ile kaçtım gittim her neredeysem.

Dilsiz sayılırım, öyle ya; bir kelimeden oluşan bir dil olsa, ve o kelime de senin adın olsa, ben büsbütün bir dilsizim şu dünyada. Ve o dilin coğrafyasında, sureti de kaybolmuşsa o kelimenin; yani sen gitmişsen, aynı zamanda bir körüm ben. Seni söylemedim, seni görmedim ve yıllar geçti… Unutamamışlığın her gün fark edilen ağırlığı ile ezildim.

Bir kadın için bu ne demektir, bilemezsin.Bir ömür geçer, o ağırlık hep aynı kalır. Batarsın, bir süre sonra çıkmaya da uğraşmazsın.

Benim yerim de buymuş dersin hayatta.

Sonra bir gün gelir, o battığın karanlıkta bile pencereler açmışsın kendine, alışmışsın. İşte, arka bahçem benim pencerem. Orada nefes alıyordum.

Şimdi, senin yıllar sonra dönmüş olman ise bana ne yapacak hiç bilmiyorum. Hem de bir kadınla, başka bir kadın.

Düşünsene, ne biçim şaşırıyordur şu sokaklar halimize. Yıllar önce ağlaya ağlaya, verilirken dünya yıkılsa tutulacakmış gibi gelen sözler eşliğinde biz ayrılırken, o sokak köşesi bilebilir miydi; onca yıl sonra senin yanında başka bir kadın, benim yanımda zaten yıllardır başka bir adam; sıradan bir günde karşılacağımızı…

Aynı sokak köşesi. O köşe içime saplandı, bıraksam kalbim yolun ortasına düşerdi ağzımdan da, kocamın’in elini tuttum, güç buldum.

Sahi, onu da sevmedim mi şu hayatta?
Sevdim muhakkak.
Ama acının eşlik ettiği bir aşk öyle haindir ki mutlu, huzurlu bir aşkın tahta çıkmasına asla izin vermez. Hükümdarını tahttan indiremeyen mutsuz bir ülkeyim. Gücüm yok, aciz bir halktan ne farkım var düşünüyorum. Tarihimden utanacağımı bile bile yaşıyorum.''



Perşembe, Eylül 18

nice mutlu yıllara..


Bugün eski yaşımın son günü.. Bir öncekinden hiçbir farkı olmayan sadece iki saat sonra yeni bir yaş, yeni bir yol ya da kendi belirlediğim bir başlangıç noktasının ilk anlarına adım atacağım...

ne zaman  doğum günlerime böyle bakmaya başlar oldum ben hatırlamıyorum ama her şeyin bunca soyutlaştığı bir dönemde en somut şey, yaşam denilen yıllar periyodunun tesadüf, şans ya da kaderden bağımsız tamamen insanin elinde ve hayatına nasıl baktığı ile alakalı olduğu.. Mesela yarın hayatımda yeni bir donemin ilk günü olabileceği gibi bir öncekinden hiçbir farkı olmayan herhangi bir günü de olabilir...

İnsanin kendi yaşamından daha değerli hiçbir şey olmadığı düşünüldüğünde, bu kadar değerli ve eşsiz bir şeyin bu kadar öznel olması çok  | büyüleyici | korkutucu | heyecan verici | olabilir... 

iste bu tamamen anlatmak istediğim gibi bakış açısıyla ilgili..

Dün ile bugünüm arasında bir fark göremediğim dönemlerde yaşadığım tedirginliği sanırım tezcanlılığıma ve yitik bir hayat yasama korkuma borçluyum.. Bu sene bu konu üzerine çokça kafa yormuşken beni bir araya getiren sözler dinledim.



Aydım ki çok geldim sanıyorsam da daha ömrümün 25 yılına anca gelmiş birisiyim ve ne mutlu ki tam da şu anlarda 26'ya yol alırken sakin kafa ile biten yaşımda hayatımda ve bende ne değiştiğinin ya da değişemediğinin aritmetiğini yapıyorum...

Ama en önemlisi her gecen yıl yasamaya daha değer günlere uyanıyorum.. Ve hayatin hiçbir günü yok yere harcanacak kadar kıymetsiz ve bol değil.


yaşamaya doyamayacağınız yıllara..

Çarşamba, Eylül 17

zaaf, zerafet, zafiyet

Banliyö trenin penceresinden şehrin zavallı ve dökük silueti geçerken gördüğü bu en çirkin köşelerinin dahi İstanbul’un büyüsünü bozamadığını düşündü kadın… Sevmek böyle olsa gerek diyerek gülümsedi ve bir şehri böylesine sevdiği için kendini bu şehre ait ve huzurlu hissetti.

Aslında en kırılgan ve bir o kadar da cesur yanıydı belki bu; insanların, şehirlerin ya da aşık olduğu adamın en kötü sureti dahi yüreğindeki değerlerini azaltmaz, büyülerini  bozamaz aksine tatlı bir gerçeklik katardı. Onlar ne yaparsa yapsın aklı “yeter “ diyerek yumruğunu vurup kalkmazdı masadan..hep yüreği karar verirdi ve bir gün bir akıl tarafından terk edilirdi.

Şaşırtıcı mı? - Değil asla; içinden ya da dışından neresinden bakarsan bak en basit ve olası son!

Yolun uzunluğu, şehrin yırtık etekleri ve "aşk"ın bozulmaz büyüsü hikayesi bir çoğuna göre salaklığın daniskası..belki öyle belki de değil? Bu sorunun cevabında gizliyken her şey ve hayatı, bir şey söyleyebilmek için çok erkendi. Ama bir şehrin siluetini dahi kendine ayna olarak kullanan bir kadın için ancak bilinçli zayıflık olabilir ama asla salaklığı değildi bu.

Ama merakı insanın zafiyeti; keşke bilebilseydi..salaklık mıydı bu yoksa yaşamın ta kendisi mi?